8 Aralık 2011

Galatasaray - Fenerbahçe: Derbi sonrası


Galatasaray konsantrasyonu yüksek ve ne olursa olsun kazanmak için, Fenerbahçe ise beraberliğe razı bir düşünceyle sahaya çıkan taraftı. Sonuç olarak pozitif oynamak isteyen ve futbolun doğrularını uygulayan kazandı. 



Fenerbahçe'nin kadrosunu gördüğümde gerçekten şaşırdım. Aykut Kocaman'ın nispeten başarılı sisteminden ve alışılagelmiş derbi formasyonundan farklı olarak Alex'i tek forvete yerleştirmesi ve kanatları iki yetersiz ve dağınık adama teslim etmesi anlaşılır gibi değildi ve aslında hezimete de davetiye çıkaran bir tercihti. Galatasaray ise beklentilerin aksine çift forvet ve Emre Çolak ile sahaya çıktı. Bu kadrolar ile maçın Fenerbahçe yarısahasında oynanacağını tahmin etmek çok zor değildi. Galatasaray'ın bu seneki en büyük silahı etkili hücum pres ve Emre'nin kadroda yer alması yabancı kısıtlamasından ziyade sistemin gerektirdiği bir durumdu. Kazanmanın yolunun hücum presten ve kanat beklerinin bindirmelerinden geçtiğine değinmiştim. Nitekim ilk iki gol bu şekilde geldi. Ancak bundan önce de sağlı sollu kanat atakları ve göbekten dikine paslarla ilk yirmi dakikada rakibini resmen sürklase ederek beş tane net pozisyona girdi Galatasaray. Biraz beceriksizlik, biraz da kaleci şansı farkın açılmasını, daha doğrusu hezimeti engelledi diyebiliriz.

Eğer presi ve hücum performansını 90 dakikanın geneline yaymayı başarabilirse bu Galatasaray'ı durdurmak pek kolay olmayacak.



7 Aralık 2011

GSP sakatlandı ve 10 ay yok!

Bu çok kötü bir haber ve derbi galibiyeti sevincimi resmen kursağımda bıraktı. Georges "Rush" St-Pierre (nam-ı diğer GSP), UFC Welterweight şampiyonu, Kanada'nın en sevilen sporcusu ve senelerdir izlemekten ve takip etmekten sıkılmadığım favori MMA dövüşçüm, rutin bir antrenman sırasında takedown savunması yaparken sağ diz ön çapraz bağlarını kopardı (anterior cruciate ligament - ACL) ve menisküsünde birinci derece yırtık oluştu. Rekonstrüktif ameliyat gerektiren ve tedavi süreci çok uzun, çok ciddi bir sakatlık bu. Oraya muhtemelen yapay bir bağ takılacak ve tutması beklenecek. Yaklaşık 6-9 aylık bir iyileşme süreci öngörülüyor ama GSP'nin kendini toparlaması 10 ay, belki de bir yıl kadar sürecek. Böylece GSP neredeyse 1,5 yıla yakın bir süre hiç dövüşmemiş olacak. Ayrıca sakatlığını tam olarak atlatacağının garantisi yok, zira ciddi diz sakatlıkları birçok sporcunun spor hayatını bitiren türden bir sakatlık, ki bu MMA dövüşçüleri için daha da önem teşkil ediyor. Shogun Rua'nın form tutup performansını artırmasını ve düzenli bir şekilde kazanmasını engelleyen en büyük faktör de dizinden yaşadığı sakatlıklardır. GSP'ye çok çok geçmiş olsun dilemekten başka yapacak birşey yok.

GSP, UFC 137'den de sol diz arka bağlarından (medial collateral ligament - MCL) sakatlandığı için çekilmek zorunda kalmıştı. Sol dizini tam olarak rehabilite etmeden antrenmanlara devam ettiği için sağ dizini de sakatladığı söyleniyor. UFC 143'ten de çekilmek zorunda kaldığı için rakibi Nick Diaz, GSP'nin UFC 137'de karşılaşamadığı rakibi Carlos Condit ile interim kemeri için karşılaşacak. İnterim kemerini kazanan GSP iyileşene kadar muhtemelen bir maç daha yapacaktır ve bu maç Fitch-Hendricks galibi ile veya Josh Koscheck'e rakip bulabilirlerse o maçın galibiyle yapılır. Bu resmin içerisine Jake ellenberger'in girmesi de mümkün gözüküyor. Belki de Diaz-Condit maçının galibi ile Fitch-Hendricks ve Kos-Ellenberger galibini karşılaştırırlar, ama bunları Fitch ve Kos kazanırsa, bu ikisi birbiriyle dövüşmektense sporu bırakacaklarını açıklamış oldukları için böyle bir eşleşme mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla bu ihtimaller dahilinde Fitch ön plana çıkabilir ve interim kemeri için Diaz-Condit galibi ile karşılaşabilir. İhtimalleri göreceğiz.

Bu arada GSP'nin sakatlığını öğrendikten sonra Nick Diaz'ın antrenör/menajeri Cesar Gracie'nin ağzının suyu akmaya başlamış bile. Bu adam resmen Gracie ailesinin yüz karası. Tam bir şovmen ve spor ahlakı denen şeyden yoksun, herşeyin para olduğunu düşünen zavallının teki. Welterweight kemerinin GSP'den alınıp Diaz-Condit galibine verilmesini istemiş, ki interim kemeri olsun veya gerçek kemer olsun GSP'yi yenip kazanılmadıktan sonra kimin içine sinecek merak ediyorum. Gerçek şampiyon GSP'nin gölgesinde kazanılmış bir kemerin değeri tenekeden farksızdır.

GSP'ye bir kez daha acil şifalar diliyorum ve kendisinin Amerikalı efsanevi boksör Jack Dempsey'den (merak edenler için http://en.wikipedia.org/wiki/Jack_Dempsey) yapmış olduğu alıntıyla bitiriyorum:


"A champion is someone who gets up when he can't."



Galatasaray - Fenerbahçe: Derbi günü

Belki de futbolumuzun dünya çapındaki bir numaralı ürünüdür bu derbi maçı ve aslında Türk futbolunun global anlamda nerede durduğunu da net bir şekilde gösteriyor. Bu ürünü pazarlamaktan bihaber olmamız bir yana, zaten pazarlayacak ne var ki? Sahaya atılan ses bombaları, meşaleler, su şişeleri, rakı şişeleri, çakmaklar, telefonlar ayakkabılar, davul tokmakları... Bunların gölgesinde sahada top oynamaya veya oynamamaya veya oynatmamaya çalışan futbolcular... Çıkan olaylar, kırmızı kartlar, küfürler, saha içerisinde adam kovalamacalar, götüyle top istop edenler... Artık derbi deyince akla gelen şeyler futbolun güzelliklerinden ziyade bunlar ne yazık ki. Şike olayları da herşeyin üzerine tuz biber olmuş durumda. Futbolumuzun baş aşağı giden grafiği artık tümüyle yere çakıldı ve dünyanın merkezine doğru yola çıkmış durumdayız. Bu derbi mi bizi yükselişe geçirecek, futbolumuzun marka değerini kurtaracak? 

Bu karamsar tablodan sonra maç için bir iki kelam edelim. Galatasaray'ın gol yollarında sıkıntısı olduğunu cümle alem biliyor artık. Galatasaray gol atamıyor. Gol atabilmek için çok fazla enerji harcıyor ve golü bulamadıkça oyundan düşüyor. Bu, Fenerbahçe gibi bir rakip karşısında çok tehlikeli bir handikapa dönüşebilir, ki Fenerbahçe Galatasaray'ın aksine sakinliğini maç sonuna kadar koruyabiliyor, sabırlı ve sistematik bir şekilde hücum edebiliyor. Ancak onların en büyük eksisi moral ve takım kalitesinin ciddi anlamda düşmüş olması. 

Galatasaray geçen birkaç seneden farklı olarak bu sene rakip yarısahasında daha aktif ve rakibi hücuma çıkarken doğru presi yapıyor. Rakibe kolay top kullandırmamak, kaybettiğiniz topu geri kazanmak açısından çok önemli. Bu özellik bu sene Galatasaray'ın birçok maçında topa yüksek yüzdelerle sahip olmasını sağladı. Fenerbahçe'nin oyun sistemi de senelerdir topa hakim olmak üzerine kuruluyken Aykut Kocaman ile birlikte topa daha az sahip olsalar dahi takım savunmasını daha iyi yapabiliyorlar ve bu kendilerine daha çabuk ve etkili hücum yapma olanağı sağlıyor. Dolayısıyla bu maç Fenerbahçe'nin istediği biçimde gelişebilir, ki bunu kırmak için Galatasaray'ın hücum presini 90 dakikaya yayması gerekiyor. Kaybetmemenin yolu kesinlikle pas alanlarını tıkamaktan ve Fenerbahçe'ye hızlı hücuma çıkma imkanı vermemekten geçiyor. Kazanmanın yolu ise Eboue ve Hakan Balta'nın bindirmeleriyle kanat organizasyonlarını zenginleştirmekten geçiyor. Galatasaray yine kanatları kullanmayı unutursa sağlam Fenerbahçe göbeğini delmekte zorlanabilir.  

İki takım da gol atmakta zorlanıyor ve bana kalırsa bu maç neresinden bakarsanız bakın golsüz beraberlik kokuyor. İlk golü atan maçı kazanır gibi futbolumuzun genelde çok da doğru olmayan klişelerinden yola çıkmayacağım, ama ilk golü atanın psikolojik üstünlük sağlayacağı aşikar. Galatasaray ilk golü bulursa ve geçen seneden farklı olarak duran topları iyi savunmayı başarırsa maçı kazanmaya daha yakın olan taraf. Fenerbahçe'nin ise kazanmaktan ziyade beraberlik için çıkacağı bir maç olması sebebiyle ilk golü atmak için çok fazla çaba harcayacağını düşünmüyorum. Sonuç olarak yine Galatasaray'ın daha etkili gözüktüğü ancak kısır geçen bir maç izleme ihtimali daha ağır basıyor.

1 Aralık 2011

2011 Dünya MMA Ödülleri

2011 Dünya MMA Ödülleri dün sahiplerini buldu. Bir çok dalda hep aynı adamlar aday oluyor ve genelde aynı adamlar kazanıyor. Bu açıdan biraz bayık bir organizasyondur. Mesela geçen sene de Dana White (yılın adamı), Herb Dean (yılın hakemi), Alistair Overeem (yılın uluslararası dövüşçüsü), Greg Jackson (yılın koçu), Arianny Celeste (yılın kafes kızı), MMA Junkie (yılın MMA sitesi), Ariel Helwani (yılın habercisi) ödül kazanmıştı. Giyim ve malzeme markalarında da hep aynı markalar yarışır: TapouT, Everlast, Hayabusa, Bad Boy...

Asıl önemli ödüller yılın dövüşçüsü, yılın maçı, yılın nakavtı, yılın submission'ı, yılın en iyi çıkış yapan dövüşçüsü ödülleridir. Geçen sene Fabricio Werdum'un Fedor'a karşı aldığı submission yılın en iyi submission'ı seçilmişti. Werdum bir BJJ üstadı olmasına rağmen Fedor gibi o maça kadar kariyeri 31-1 olan bir adamı aynı anda hem "triangle choke" hem de "armbar" ile uygulayarak bir şekilde submit etmesi milyonları olduğu gibi beni de bayağı şaşırtmıştı. Bunun bir anlamda Fedor için sonun başlangıcı olduğunu daha sonraları daha iyi anladık. Belki de Fedor'u yenmiş olmasının yarattığı şok üzerine bu submission en iyisi seçilmiş olabilir. Bana kalırsa geçen sene Matt Hughes'un Ricardo Almeida'ya uyguladığı ve adamı ayakta bayılttığı submission daha iyiydi. Kafakol tekniği de denilebilir ama pek eşi benzeri olmayan, en azından benim daha önce görmediğim bir submission tipi olmasından dolayı Werdum'un submission'ından daha ilginç olduğunu söyleyebilirim. Ama en iyi submission olarak Anderson Silva'nın Chael Sonnen'ı submit ettiği pozisyon seçilmeliydi, ki o maç zaten yılın maçı seçilmişti. Dört round boyunca yerden kalkamayan ve yerde bir araba dolusu darbe yiyen adam beşinci roundda böyle bir submission alabiliyorsa ölümsüzlüğe yaklaşmış demektir. Bu açıdan Anderson Silva bir yarı-tanrı olabilir.


Neyse, bu seneki ödüllere geçelim. En iyi dövüşçü malumunuz Jon Jones ve adam geçen sene de en iyi çıkış yapan dövüşçü seçilmişti. Bir sene içerisinde Ryan Bader,  Shogun Rua ve Rampage Jackson'ı yenen adam havada karada yılın en iyi dövüşçüsü seçilmeliydi zaten. Lyoto Machida'yı da yenerse direk olarak efsaneler arasında yerini alacaktır.




Yılın maçı olarak Edgar vs. Maynard II seçildi. Ama adaylar arasında Edgar vs. Maynard III, Ben Henderson vs. Guida veya Shogun vs. Hendo yoktu. Neden derseniz, sebebi ödüllerin Eylül 2010 ve Ağustos 2011 tarihleri arasındaki performanslara ilişkin veriliyor olması. Bence saçma. Jon Jones için sonuç değişmezdi ama bana kalırsa yılın maçı için Ben Henderson vs. Guida ve Shogun vs. Hendo yarışırdı. Ve ben olsam oyumu ilkine kullanırdım.

Yılın nakavtı olarak Anderson Silva vs. Vitor Belfort maçındaki Silva'nın o muhteşem "front kick" nakavtı seçilmiş, ki daha sonra aynı front kick ile Machida da Randy Couture'u nakavt etmişti. İlk olan her zaman en iyisidir mantığıyla Silva'yı seçmişler, ki katılmamak elde değil. Ayrıca Silva'nın nakavtının ilk roundda gerçekleşmiş olmasının da payı olabilir. Silva maçtan sonra bu hareketi kendisine Steven Seagal’in öğrettiğini ve bunun için ona teşekkür ettiğini belirtti. Seagal amca zaten Silva ile bayağı yakındır, beraber antrenman yaparlar ve Seagal her dövüşünden önce Silva’nın entourage’ında yerini alır.





Yılın submission'ı olarak UFC Fight Night 24'deki Chan Sung Jung vs. Leonard Garcia maçında, Jung'un o muhteşem ötesi ve tüyleri diken diken eden "twister" tekniği ile aldığı submission seçildi. Joe Rogan maçı anlatırken tekniği anında anlamış ve bunun UFC tarihindeki ilk twister submission'ı olduğunu söylemişti. Bu teknik, Jung'un da eğitim aldığı BJJ eğitmeni Eddie Bravo'nun favori tekniğiymiş, ki Joe Rogan da zamanında Bravo'nun salonu 10th Planet Jiu-Jitsu'da BJJ eğitimi almış ve kahverengi kuşağa kadar yükselmiş. Joe Rogan bu tekniği ve Eddie Bravo'yu çok iyi tanıdığından dolayı, submission'dan sonra, yanlış hatırlamıyorsam "Eddie Bravo'nun bir yerlerde gayet mutlu bir şekilde sırıtıyor olması gerektiğinden" bahsetmişti.



Son olarak geçen sene Jon Jones'un kazandığı yılın en iyi çıkış yapan dövüşçüsü ödülünü bu yıl Donald Cerrone bileğinin hakkıyla aldı. UFC'de müthiş maçlar çıkardı gerçekten, tam bir stand-up dövüşçüsü, çok iyi kickboks ve Muay Thai biliyor, kendine güveni çok yüksek. Cerrone'den biraz bahsetmek lazım. WEC'in üst düzey LW dövüşçülerindendi. Kariyerinde sadece 3 mağlubiyeti var ve bunlardan ikisini Edgar ile LW kemer maçına çıkacak bir başka muhteşem adam Ben Henderson'dan aldı. Henderson'a kaybettiği ilk maç bir WEC interim LW kemeri maçıydı, 5 roundda jüri kararıyla yenildi, ikincisi ise asıl kemer maçıydı ve ilk roundda giyotin boğma ile kaybetti. Diğer mağlubiyeti Jamie Varner'a karşı aldı ve o da çıktığı ilk LW kemer maçıydı. Beş round sonucu jüri kararıyla ve oy çokluğu ile kaybetti. Varner'a karşı olan mağlubiyetinin rövanşını WEC 51'de gecenin maçı ödülüyle birlikte aldı. Şampiyonluk maçlarında başarısız olup çöküntü içine giren dövüşçülerin aksine gün geçtikçe kendisini geliştirmeyi başarıyor. UFC'deki kariyeri 4-0 ve yendiği adamlar az buz adamlar değil. Submission üstadı Vagner Rocha'yı jüri kararıyla, Charles Oliviera'yı nakavtla ve müthiş kickboksçu Denniz Siver'ı "rear naked choke" adı verilen sırt boğma ile yenmeyi başardı.  UFC'deki geleceğini parlak görüyorum ve asıl çıkışını UFC 141'de Nate Diaz'ı dağıtarak yapacaktır.


30 Kasım 2011

TUF 14 Final: Bisping vs. Miller


İş kızıştıkça kızışıyor. Bu iki adam da Chael Sonnen kadar olmasa da trash talk üstadı sayılır. Haftalardır birbirlerini aşağılıyorlar. Bisping, ya da Amerikalıların dediği gibi Bitch-sping, striking tabanlı ama güreş seviyesi göreceli yüksek bir dövüşçüdür. Mayhem bildiğiniz BJJ'ci ama striking'ini geliştirdi bayağı. Bisping kazanır bence. 

Bisping, son olarak UFC 127'de Jorge Rivera ile karşılaşmış ve maçtan önce ortalık toz duman olmuştu. Her iki taraf da haftalar öncesinden başlayıp maça gelene kadar birbirlerine hakaretler yağdırmışlardı. Rivera'nın Bisping ile ilgili vidyoları büyük olay yaratmıştı (açıkçası komiklerdi de) ve iş Bisping'in eşine laf atmaya kadar gidince Bisping tarafında ipler tamamen kopmuştu. Gerginliğin geldiği son nokta maçtan önceki weigh-in vidyosundan açıkça görülüyor:


Bisping, ilk roundda illegal diz atıp sersemlettiği Rivera'yı ikinci roundda nakavtla bitirmişti.

Mayhem Miller da ayrı bir manyak, vukuatları fazladır. Mesela, geçen seneki Strikeforce:Nashville kartında Jason Miller Tim Stout'u ve Jake Shields da Dan Henderson'ı yenmişti (Dan Henderson'ın kariyerindeki en kötü maçıydı). Bu ikili de bu karttan önce en son birbiriyle karşılaşmış (Fedor vs. Brett rogers kartında) ve kazanan da Shields olmuştu. Shields maç sonu kafes içerisinde röportaj verdiği sırada Mayhem izinsiz olarak kafese girer ve röportajı bölüp Shields'tan rövanş ister. Sen misin bunu yapan? Shields'ın üyesi olduğu Cesar Gracie kampının çocukları (ki Diaz kardeşler ve Melendez'in de içlerinde bulunduğu ultimate ezik tayfadır ve koçları da bir Gracie olmasına rağmen ayrı bir gerzektir) Mayhem'i bir güzel benzetirler. Haketmiş midir? Bilmiyorum, ama ultimate ezik tayfanın gaza gelmesi normaldir. Bu aslında MMA dünyası için canlı yayında yaşanan büyük bir rezaletti, ama "Sometimes these things happen in MMA, a lot of testosterone in the cage! Gentlemen,we're on national television!" anonsları da komiğime gitmedi değil.


Cesar Gracie'nin çocuklarını GSP (vs. Nick Diaz) ve Edgar (vs. Melendez) paklar. Nate Diaz'ı ise Donald Cerrone UFC 141'de çok iyi paklayacaktır zaten.

Bisping ve Henderson'dan ayrı ayrı bahsetmişken, UFC 100'deki TUF: United States vs United Kingdom final maçındaki nakavtı da hatırlayalım. UFC tarihindeki en vahşi nakavttır belki de. Özellikle Bisping bilinçsiz şekilde yerde yatarken Henderson'ın aynı hızla gelip bir tane daha vurması büyük şok ve tartışma yaratmıştı. Henderson maç sonu Bisping'in nakavt olduğunu anlamadığını iddia etmişti, ama sonradan ağız değiştirerek "biraz çenesini kapatması için vurdum" demişti. Hendo'nun H-Bomb'unun şakası yok.


Chris Leben

Bir alt yazıda Leben'dan bahsetmiştik, ki akabinde adam MMA müsabakalarından bir yıl men edildi ("müsabaka" terimini kullandığıma ben de inanamıyorum!). Nedeni, Mark Munoz maçından önce doping maddesi içeren iki ayrı ağrı kesici kullanmış olması. 2008'de de Bisping maçından sonra yapılan testlerde dopingli madde kullandığı tespit edildiği için 9 aylık men cezası almıştı. Bunun dışında alkollü araç kullanmaktan hapse girmişliği bile var. Dosyası bu yönden kabarık. 


Bütün bunlar bir yana Leben'ı renkli karakterini yansıtan saçları ve dövmeleriyle ve her zaman biraz fazla iddialı bir adam olmasından dolayı severim. İyi bir "brawler"dır bence, falza teknik taktik takmaz, güzel maçlar çıkarır. Yumrukları da balyoz gibidir. Wanderleri Silva ve Jorge Santiago'yu ilk roundun ilk dakikası içerisinde nakavt etmiş adamdır (yukarıdaki Wand maçından sonra çekilmiş bir resim). Bunlar dışında UFC kariyerinde 5 nakavtı daha var.  

Ama ben Chris Leben'ı nakavtlarından ziyade Anderson Silva maçından önceki demeçleriyle hatırlıyorum ve her aklıma geldiğinde gülüyorum. Anderson Silva, UFC'deki ilk maçını Leben ile yapmıştı ve Leben maçtan önce yine her zamanki gibi iddialı ve onu yeneceğine inanmış bir şekilde, "UFC'de dövüşmek başka yerde dövüşmeye benzemez ve ben ona bunun nasıl birşey olduğunu göstereceğim" gibi bir takım talihsiz açıklamalar yapmıştı. 

Sonuçta 49. saniyede nakavt oldu. Bir internet sitesinin maç yorumu şöyledir:


In the main event of Ultimate Fight Night 5 Anderson Silva announced his presence in the UFC with brutal authority. Silva needed just 49 seconds to finish Chris Leben in violent fashion. Practically everything Silva threw landed somewhere on Leben’s face, knees, kicks and punches all did their part in scrambling Leben’s brains. After Leben was knocked to the canvas the first time he would have been wise to stay there but since he was already concussed he could not think clearly and stood to trade with Silva some more. Seconds later it was over as a big knee knocked Chris out.



25 Kasım 2011

UFC 132'deki Jason Momoa röportajı





Game of Thrones'da oynadığı Khal Drogo karakteri ne kadar suratsız idiyse Jason Momoa o kadar sempatik bir herif. Ayrıca sıkı bir MMA-sever olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz. UFC 132'de toprağı Chris Leben (BJ Penn gibi Hawai tayfası bunlar) Wand'ı yarım dakikada nakavt ettikten hemen sonra ve Dominick Cruz vs. Urijah Faber maçından önce sunucu Mike Goldberg ile yaptığı bir röportaj bu. Leben kazandığı için bayağı bir sevinçli ve normalden daha da bir coşmuş, röportajda yerinde duramıyor. Adam kasmamış, kendisi gibi davranmış. Ya da ağır uçmuş!!! Yine de sempatikliğine, rahatlığına ve tutkusuna helal olsun diyoruz. Conan the Barbarian'ı en kısa zamanda seyredeceğiz efendim.

1979





Bugün müzik geçmişimden bahsedesim geldi. Bu klip ve şarkı ile tanışıklığım 1996 yılına dayanır. O yıllar aşağıdaki yazıda dediğim gibi yeni yetme MTV çocuğuyuz ve MTV şimdiki gibi reality show saçmalıkları ve bu kadar pop-shit kaynamıyordu. Klibi gördüğümde içimi kaplayan o pozitif, yenilmezlik hissi ve kendimi dışarı atıp saçma sapan şeyler yapma isteği, biraz da bilinçaltından Amerikan kültürünün aşılanmasının bir sonucudur, ki bunu daha sonraları çok daha iyi anlayacaktım. Yine de şarkının benim için kutsallığını ve klibin sevimliliğini etkileyen bir durum değil bu. Gençliğimi şekillendiren yapı taşlarından biridir ve hala ilk günkü hisleri sağlayabiliyorsa bu yapı taşları gayet sağlamdır diyebilirim. Yine de 1997 senesindeki o hayat değiştiren OK Computer devriminin yanına yaklaşamaz, ki ben de bu şarkıyı ilk dinlediğimde başıma geleceklerden habersizdim.

İyi seyirler.

16 Kasım 2011

OK Computer


Sene 1997. 14 yaşında, yeni yetme müzik dinleyicisi bir lise öğrencisiyim. Red Hot Chili Peppers, Soundgarden, Faith No More, Smashing Pumpkins, Pearl Jam, Green Day, o zamanın MTV'si ile bol bol Amerikan müziği takılıyoruz. Bir akşam okul dönüşü yine MTV başındayım ve aniden Radiohead diye bir grubun Paranoid Android şarkısının klibi çıkıyor karşıma. Klip animasyondan oluşuyor, Robin adlı bir karakterin gözünden anlatılıyor (ki vidyoyu yaratan adam Robin adlı animasyon çizgi film serisinin yaratıcısı İsveçli bir amcadır). Klibi gerçekten rahatsız edici derecede komik buluyorum ve daha da önemlisi şarkıdaki iniş çıkışlar ilgimi çekiyor ve Alkan bunu beğeniyor. Akabinde Bakırköy'deki daha önce onlarca kaset aldığım ve şimdi yerinde Bolulu Hasan Usta şubesi bulunan kasetçimden gidip albümü alıyorum. Hayatımın daha sonradan aldığı yolu belki de bu albüme borçluyum ben.



Kasedin A ve B yüzlerini ayrı iki albüm yapsak A yüzü hayatımda dinlediğim en iyi albüm, B yüzü de en iyi ikinci albüm olurdu. Özellikle A yüzünde arka arkaya bir insan hayatını değiştirebilecek derinlikte altı muhteşem şarkı var ve ben bu albümü başka türlü tarif edemem sanırım. B yüzü için de Climbing Up The Walls, No Surprises ve Lucky serisinin tüyler ürpertici bir üçleme olduğunu da söylemem lazım.

Albümü satın almamı takiben bir numaraya oturmuştur ve aradan geçen 14 uzun seneye rağmen bu değişmedi ve değişmeyecek.

Midnight in Paris



Ben bir film kritiği değilim ve fakat hayatım boyunca çok sayıda film seyretmiş biri olarak, ayrıca çok yakın bir geçmişte Paris'i ziyaret etmiş ve filmde anlatılan bir çok detaya az çok hakim biri olarak filmden bahsetmem lazım.

Filmi sevgili eşimle izledim ve öncelikle çok beğendiğimi belirtmeliyim. Owen Wilson'ın sabun köpüğü komedi filmlerinden hoşlananlar için iyi bir tercih olabilir, ancak Woody Allen dokunuşu filmi basit bir komediden daha fazlası yapıyor. Ve Owen Wilson'ın seyrettiğim en iyi performansı. Hep şunu düşünmüşümdür, Wilson'ın yüzü dramaya da çok yatkın ve O'nunu bir dramada izlemeyi gerçekten çok isterim. Wilson'ın oynadığı Gil karakterinin eşi Inez'i canlandıran Rachel McAdams ve tabii ki Marion Cotillard filmin iki ana kadın karakteri ve ikisi de her zamanki gibi başarılı. Michael Sheen'in oyunculuğuna zaten diyeceğimiz olamaz, zira çarpılabiliriz, burada da Inez'in arkadaşı ve çok bilmiş Paul'u canlandırıyor. Filmdeki oyunculuk performansının kalitesine gerçekten diyecek yok, ki Woody Allen bir oyuncudan en iyi performansı almayı her zaman başarmıştır.

Filmde "nostalji" kavramı da bol bol işlenerek Gil'in, nişanlısı Inez ve ailesiyle geçirdiği Paris seyahati sırasında yaşadıkları anlatılıyor. Gerçek bir nostalji meraklısı olan Gil, Hollywood filmlerine senaryo yazan bir senaristtir ancak senaryo yazmaktan artık sıkılmış ve nostalji dükkanı işleten bir kadın karakter hakkında roman yazmaya başlamıştır. Yeni kitabı için Paris'te ilham bulacağını düşünmektedir. Gerçekten de bir geceyarısı başına gelenler hayatını değiştirir. Woody Allen'ın absürd komedi anlayışını tam anlamıyla yansıttığını söylemek lazım. Zira Gil, bir anda günümüzden 1920'lere ışınlanıyor. Filmde Ernest Hemingway, F. Scott Fitzgerald, T. S. Elliot gibi dünyaca ünlü edebiyatçıların yanında Pablo Picasso, Salvador Dali, Henri Matisse, Paul Gaugin gibi ressam/sanatçılar da hayat buluyor. Özellikle Hemingway'i canlandıran Corey Stoll ve Dali'yi canlandıran Adrian Brody, ki bir anlamda filmin sürprizidir, çok başarılılar. Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy'nin eşi eski manken Carla Bruni'nin de filmde ufak bir rolü olduğunu belirteyim.

Eğer daha önce Paris'e gitmiş veya yakın zamanda gitme hazırlığındaysanız, aynı zamanda sanat ve edebiyat meraklısıysanız, bu filmi beğeneceğinizden ve belki de kendinizden çok şey bulacağınızdan eminim. Filmin afişinde dahi hayatının son dönemlerinde Paris'te yaşamış, Empresyonizm sonrası akımın öncülerinden Van Gogh'a (ve belki de genel anlamda post-Empresyonizm akımı özelinde Paris'in sanat tarihine) gönderme yapılmış ve bu filmin ana temasını yansıtmaya yetiyor.

Sen nasıl bir adamsın Rampage :)

Kıçına tekmeyi yedin ama yine de muhteşem bir adamsın Rampage!!! Jon Jones maçından önceki bir basın toplantısı sonunda yapılan ve staredown denilen dövüşçüler arasındaki birkaç saniyelik birbirlerine bakış anı bu. Jones, göz göze gelmemek için gözünü kaçırıyor ve belki de arkadaki kameralara bakıyor. Bunu fark eden Rampage'in hareketi ve "Dana" White'ın kopuşu görülmeye değer: 



Burada da ezeli rakibi, ki birbirinden gerçek anlamda nefret eder bu ikisi, Rashad Evans ile The Ultimate Fighter'da karşılıklı koçluk yaptıkları sezondan bir görüntü var. Rampage, kendisini taklit etmesinin üstüne  Rashad'ın Lyoto Machida'ya nakavt olduğu anı taklit ediyor. Kiminki kapak olmuş siz karar verin.


Rashad'ın nakavt olduğu an:



Rampage'in şaklabanlıkları bitmez. Burada da meşhur bir görüntü. Rampage bir PRIDE maçından önce hakeme sarı kart gösteriyor:



Dövüş başlayana kadar komik adamdır vesselam ama kafeste karşısına çıkmak istemezsiniz. O zamanki PRIDE MW şampiyonu Dan Henderson'ı yenerek PRIDE MW ve UFC LHW kemerlerini birleştiren adamdır kendisi ve bu anlamlı ve önemli bir kemerdir. Ancak hemen arkasından Forest Griffin'e kaybetmiş ve kemeri bir daha geri alamamıştır. Çıktığı son kemer maçında da en üstteki vidyoda yer alan diğer adama yenilerek şampiyon olma şansını kaybetmiştir. Geri döner ve bir kez daha kemer maçı hakkı kazanır mı, yoksa A-Takımı ile başladığı sinema kariyerine mi devam eder bilemeyiz.

15 Kasım 2011

The Elder Scrolls V: Skyrim! Sonunda!

Serinin ikinci oyunu olan Daggerfall ile başladım yaklaşık 15 sene önce. Oyna oyna bitmeyen ve sonsuz bir dünyaydı ve ben bu oyunu bitirmek için senelerce uğraşmama rağmen başaramadım. Bitmek tükenmek bilmeyen dehlizler ve mağaraların içinde kaybolup gittim her seferinde. Ama serinin üçüncü oyunu Morrowind ve dördüncü oyunu Oblivion ile bu kör talihim değişti. Morrowind'i PC'de, Oblivion'u da her üç expansion paketi ile hem PC'de hem de PS3'te bitirdim. 

Şimdi sıra Skyrim'de.

14 Kasım 2011

UFC on FOX: Henderson vs. Guida kritiği


UFC on FOX ana kartındaki bu maç tam da beklediğim gibi muhteşem bir maç oldu ve Benson "Smooth" Henderson kazandı. WEC'deki favorilerimdendir kendisi, nedenini dün bir kez daha gördüm. Pettis'e kaybettiği ve o müthiş ninja tekmesi yediği maçta dahi çok iyi dövüşmüştür ve gerçekten çok yakın bir maçtı. O maç Pettis'in de hayatında çıkardığı ve çıkaracağı en iyi performansa sahne olmuştur. Belki de maçın kaderini o tekme belirledi ve o tekme isabet etmeseydi Henderson maçı kazanacak, WEC'teki son maçında kemerini kaybetmeyecekti.



Müthiş bir maçtı ve FOX'takiler bu maçı canlı yayınlamadıklarına bayağı pişman olmuşlardır. Doğrusunu söylemek gerekirse uzun zamandır seyrettiğim an iyi "MMA" dövüşüydü. Sadece yumrukların konuştuğu bir "slugfest" değildi ama ne ararsanız vardı: TD, TD savunması, submission, submission savunması, clinch, clinch savunması, dizler, Henderson'ın alçak ve yüksek tekmeleri, hatta Henderson'dan bir yerde axe kick geldi ama kılpayı isabet etmedi, superman punch, Guida'nın isabet eden spinning back fist'i ve Henderson'ın eğilerek kurtulduğu high kick sonrasında tekmeyi yakalayarak Guida'yı yere devirmesi. Ancak gecenin iki spektaküler sahnesi Can'ın yazısında bahsettiği ilk rounddaki Henderson'ın bacaklarını 180 derece açarak uyguladığı TD savunması ve maçın son 1 dakikasına girilirken iki dövüşçünün birbirlerine doğru zıplayıp çarpışmaları ve yere düşmeleriydi. Burada Guida Henderson'ı maçta ilk defa yakalayıp giyotin boğma denedi ancak Henderson boğmanın aksi yönünde yuvarlanarak submission'ı savunmayı başardı. 

Daha ilk roundun ilk dakikasında Benson Henderson yumruklarıyla ve belki biraz da Guida'nın kaymasından ötürü iki kez Guida'yı dizlerinin üzerine devirdi. Ve bundan sonra maç asla tempo kaybetmedi. Zaten Guida'nın olduğu bir dövüşün temposuz ve sıkıcı geçmesi mümkün değil. Adam Energizer tavşanı gibi, bir saniye durmuyor.


Maçın gidişatında en çok dikkati çeken Henderson'un tekniği ve uyguladığı hareketlerin tamamen kitabına uygun olmasıydı. Her hareketi otomatik gibiydi ve kendine güveni o kadar yüksek ki yer yer Guida'yla oynadı resmen. Özellikle TD savunması ve clinch'teki üstünlüğü ile dikkati çekti, ayrıca submission denemeleri de çok etkiliydi. Guida "asla pes etme" yapısı ile bütün maç ayakta kalabildi ama son dakikalardaki giyotin boğma dışında maçı kazanmaya yaklaşamadı ve Henderson'a zarar veremedi. Buna karşılık Henderson'ın net submission denemeleri, TD savunmaları, TD'leri, diz ve yumruk darbeleri var.


Henderson MMA'de şu anda çok iyi bir konuma sahip. Kariyerinde yendiği adamlar az buz adamlar değil. Donald Cerrone'yi (bu adam tam bir stand-up canavarı ve çok iyi bir kickboks ve MT dövüşçüsüdür, izlemeye devam edin) iki kere, Shane Roller (donanımlı bir güreşçi ve WEC'in üst düzey LW'lerindendir), Jim Miller (ki çok çok çok donanımlı bir güreşçi ve belki de Edgar ve Maynard seviyesindedir, 7 maçlık galibiyet serisini Henderson bitirmiştir), Mark Bocek (ki submission üstadı bir BJJ'cidir, UFC'nin en tecrübeli adamlarındandır) ve son olarak Clay Guida (ki herkesin bildiği üzerine heart ve cardio'da bu adamdan iyisini bulmak zordur) ve hepsini de kati bir şekilde, açık açık, tartışmaya kesinlikle yer bırakmayacak şekilde yenmiştir. UFC'de 3-0 oldu ve üç maçını da tartışmasız şekilde üstün olarak kazandı.


Henderson, çok yönlülüğün kafesteki tanımıdır ve yeni model MMA dövüşçüsüne en iyi örneklerden biridir. 2 kere All-American olmak her babayiğidin harcı değildir. Bunun yanına kahverengi kuşak BBJ'i koymuşsanız, bir de tekvando siyah kuşağınız varsa, şampiyon olabilecek ve kalabilecek donanıma sahipsiniz demektir. Henderson bu şansa da sahip oldu ve aldığı bu galibiyet ile LW kemer maçına çıkma hakkı kazandı. Frankie Edgar ile Şubat 2012'de Japonya'da yapılacak organizasyonda karşılaşacak. 

Henderson bence komple bir dövüşçü ve şampiyon olmayı sonuna kadar hak ediyor AMA Edgar'a karşı şansı yoktur, zira tek eksiği KO gücü ve Edgar'ı KO edemiyorsanız yenmeniz imkansıza yakındır. Edgar'ın da KO edilemediğini de her iki Maynard maçlarında gördük ki her iki maçta da yerlerde sürünürken maçı çevirmeyi başarmıştır. Ancak çok iyi bir maç olmaya şimdiden adaydır. Eğer bu karşılaşmaya kadar striking'ini Edgar seviyesine kadar olmasa da o seviyeye yakın bir hale getirebilirse şansını artırmış olur. Aksi halde Edgar'ın kemeri kaybedeceğini sanmıyorum. 

UFC on FOX - Cain vs. JDS'nin yarattığı hayalkırıklığı!

Uzun zamandır beklediğim maç 64 saniye sürdü ve benim için büyük bir hayal kırıklığıydı. Cain kötü bir gameplan ile çıktı ve bu daha ilk dakikadan belli oldu. Doğrudan bir TD denemesiyle başlayacağını ve JDS'i yere devirene kadar baskı yapacağını düşünmüştüm ama o kendisini ayakta test etmeyi ve belki de herkese birşeyler kanıtlamayı tercih etti. Ancak gardını yeteri kadar yüksek tutmayarak adeta TKO davetiyesi çıkardı. JDS, Roy Nelson ve Carwin'e birer araba dolusu dayak atmıştı ama bunlar karşısında dahi bu kadar net knockdown vuruşu yapamamıştı, zira bu ikisi de JDS karşısında yüksek gardla durmayı tercih ettiler, yine de JDS üzerlerinden geçmişti. Cain ise fazlasıyla açık ve gardı aşağıda dövüştü ve bu JDS karşısında yapılabilecek en büyük hatadır. Cain bu kadar büyük bir hata yaptığını ancak TKO'dan sonra kendine gelince farketmiştir.

Açıkçası en az 3 round sürecek ve sonunda Cain'in kazandığı bir dövüş olacağını düşünmüştüm ama 64 saniye süren bu maçla birlikte koskoca bir event bence boşa gitti. FOX da hayalkırıklığına uğramıştır bariz bir şekilde, çünkü bir saatlik yayın neredeyse sadece Dana White ve Lesnar'ın katıldığı ve geceyi yorumladıkları maç öncesi programdan ibaret oldu. Ve Tabii ki Dana White belki de gecenin yarattığı hayalkırıklığı ile danalığını bir kez daha kanıtlayarak gece sonundaki basın toplantısında saçmaladı. Ama Dana White bu, zaten kendisini nefret edilen biri haline getiren de bu küçük dağları ben yarattım tavırları. Tamam, kabul ediyoruz, UFC'nin bu kadar büyük bir organizasyon ve MMA'in bu kadar büyük bir sektör haline gelmesinde payı var, ama asıl aktörler dövüşçülerdir ve bundan dolayı Dana'nın biraz daha alçakgönüllü olması gerekir.

Maç hakkında konuşulacak pek fazla birşey yok. Bana kalırsa iki dövüşçü de kendisini test edemedi. Cain güreş yeteneğini sergileyemedi ve bir kez daha JDS'in boksundan başka bir yeteneğini göremedik. JDS'in BJJ'si hala bir soru işareti ve hala test edilemedi. Bunu Carwin ve Roy Nelson da test edemedi, Overeem veya Lesnar da test edemeyecektir. Zira yapabilecek tek kişi de Cain'di ve fakat Cain çok büyük bir şansı elinden kaçırdı.Herşeyden ötesi kemer gitti ve birkaç maç daha geri gelmeyecek. JDS bu kemeri uzun süre koruyabilir, çünkü kendisiyle baş edebilecek başka bir dövüşçü yok gibi gözüküyor. Overeem seçeneği var, fakat ayak dövüşünde JDS rakipsiz ve Overeem dövüşü yere indirebilecek bir dövüşçü değil. Kickboks altyapısıyla JDS'e zor anlar yaşatabilir ama bundan daha fazlası lazım JDS'i yenebilmek için. Çünkü adamda tek yumruk KO gücü değil, resmen yarım yumruk KO gücü var ve Overeem granit çeneye sahip değil.

Burada şöyle eşleşmeler olabilir. Overeem vs. Lesnar galibi JDS ile kemer maçına çıkar. Kaybedeni ise Cain ile eşleşir. Overeem kazanır ve burada Lesnar'ın çok istediği Cain ile rövanş eşleşmesi olacaktır. Yani JDS vs. Overeem ve Cain vs. Lesnar maçları çıkar. Roy son Cro Cop galibiyetinden sonra Carwin ile eşleşebilir veya Mir'i Carwin ile eşleyebilirler. Cain vs. Lesnar galibi ile Nelson/Mir vs. Carwin galibi (ki buradan bence Carwin çıkar) dövüşür ve kazanan kemer maçına çıkabilir. Yani Cain'in iki maç kazanarak tekrar kemer maçı hakkı kazanması mümkün. Burada Carwin de bir nevi gatekeeper* konumuna gelmiş oluyor. 

Şimdi bütün umutlar UFC 139'a kaymış durumda. Müthiş bir kart bizi bekliyor. Shogun, Jon Jones maçında uğradığı bozgun ve yediği dayağı Forrest Griffin'i ilk roundda yenerek ve UFC'deki ilk maçında kendisinden aldığı mağlubiyetin rövanşını da alarak biraz olsun unutturdu ve fakat asıl kendisini test edeceği maç Henderson maçı olacak. Henderson çok formda ve Strikeforce LHW şampiyonu olarak geliyor. Cung Le maçı da Wanderlei'nin UFC'deki son şansı olabilir, zira "Wand" çok fazla TKO mağlubiyeti aldı ve çenesi iyice zayıfladı. Bana göre Leben'dan aldığı TKO bardağı taşıran son damla olmalıydı ama O'nun gibi bir efsane için bu fazlasıyla acımasızca olurdu. Bana göre gecenin en fazla heyecan verici maçı Urijah Faber ile Brian Bowles arasındaki bir nevi WEC şampiyonlarının kapışması olacak. Brian Bowles, Miguel Torres'ten BW kemerini almış ve hemen ardından kariyerindeki tek mağlubiyeti aldığı Dominick Cruz'a kaybetmişti. UFC'deki durumu 2-0. Urijah ise son olarak ezeli rakibi Dominick Cruz'la kemer için karşılaştı ve açık ara kaybetti. Uzun süre WEC şampiyonuydu ancak kemeri Matt Brown'a kaybettikten sonra bir daha alamadı. Son çıktığı 4 kemer maçını da kaybederek (3 kere WEC'te, bir kez de UFC'de) bu alanda bir rekora da imza atmış gibi gözüküyor. Bu maç gecenin maçı olmaya adaydır, benden söylemesi. Kampmann vs. Rick Story eşleşmesi de heyecan verici, zira Kampmann favori dövüşçülerimdendir ve hiçbir maçı durağan geçmez. Story'de en son Thiago Alves'i yenerek heyecan verici bir dövüşçü olduğunu kanıtladı. Expect some fireworks! Bunlarla birlikte Stephen Bonnar, Ryan Bader ve yukarıda adı geçen Miguel Torres'in de olduğu bir dövüş gecesi senenin en iyisi olmaya aday.

*gatekeeper: UFC gibi dövüş organizasyonlarında ilk maçına çıkan adamların karşılaştığı veya bir dövüşçünün title shot kazanmak için dövüştüğü, nispeten daha tecrübeli ancak şampiyonluğa oynayacak kadar yetenekli olmayan veya kariyerlerinin bir yerinde şampiyonluk maçlarını kaybetmiş dövüşçüler. UFC'deki son dönemde bazı gatekeeper'lar: Kampmann (vs. Shields), Leonard Garcia (vs. Nam Phan), Frank Mir (vs. Lesnar), Chris Lytle, Stephan Bonnar. Frank Mir dışındakiler slugfest'e eğilimli olup pek gameplan yanlısı adamlar değildirler, ancak dövüşleri her zaman heyecanlı ve eğlenceli olmaya adaydır (ilk aklıma gelenler: Kampmann vs. Sanchez, Garcia vs. Chan Sung Jung, Chris Lytle vs. Matt Serra / Kos, Stephan Bonnar vs. Jon Jones).

Batı cephesinde işler karışık!

Kim Hırvatistan'ı geçip Avrupa Şampiyonası'na katılacağımıza yürekten inanıyordu? Eleme grubunda tat vermeyen ve en kolay gözüken maçları bile zoraki kazanan Milli Takım'dan gerçekten kimin umudu vardı? Takım olmayı bir türlü başaramayan, bireysel olarak bakıldığında yıldız seviyesinde olup, iş takım oyununa geldiğinde tel tel dökülen futbolcularımızın karakter koyup işi bitireceğini kim düşünüyordu?

Milli Takım teknik direktörlüğünü yabancılara bırakmamamız gerektiğini bir kez daha gördük. Bu millete alışık olmadığımız zaferleri yaşatanlar hep yerli hocalar oldu. Sırasıyla Fatih Terim, Mustafa Denizli, Şenol Güneş ve tekrar Fatih Terim. Ne o, sıra Mustafa Hoca'da mı tekrar? Yoksa artık yeni Terim'ler, Denizli'ler, Güneş'ler çıkarmanın mı vakti gelmiştir? 

Bence ikincisi. 

Bir laf da Daha maçlar oynanmadan prim derdine düşen ve federasyonla pazarlığa tutuşan "sevgili kaptanlar"a! Yaptığınız ahlaksızlığın daniskası, başka birşey değil. Siz sporcunun ahlaklı olanı değil, paragöz olanısınız. Ne verdiniz bu ülkeye de 16 milyon lira prim istiyorsunuz? Felaket üstüne felaket yaşayan bir toplumun gözünün önünde milyonlarca liralık primi de istemeyiverseydiniz ya! Ya da çok meraklıysanız ve kazandığınız on milyonlarca lira yetmediyse, bari şampiyona biletini masaya koyup pazarlığınızı yapsaydınız! Lanet olsun sizin gibi adamlara!

Son olarak, bir zahmet milli maçları İstanbul'da oynatmayın artık. Ya da Arena'da oynatmayın, çünkü gördük ki Arena bazılarının dengesini fena biçimde bozuyor.

10 Kasım 2011

MMA'deki Striker vs. Grappler Polemiği

UFC özelinde MMA (Mixed Martial Arts - Karma Dövüş Sanatları) konusuna ufak çaplı bir giriş yapmıştık. İleride bu konuyu daha da geliştiririm. Ama şimdilik çok bilindik bir polemik konusunu buraya yazma gereği hissettim. Aslında bayağı teknik bir konu ama MMA-severler az çok neden bahsettiğimi anlayacaklardır. 

Kısaca bahsetmek gerekirse UFC, 1993 yılında küçük çaplı bir alternatif dövüş organizasyonu olarak kurulan, ancak yıllar geçtikçe daha fazla seyirci kitlesine ulaşmayı başaran, MMA'in milyon dolarların döndüğü bir sektör haline gelmesini sağlayan, son dönemin en popüler MMA organizasyonu. Bu organizasyonda yedi ayrı siklette rekabet eden dövüşçüler, dünyanın en iyi MMA dövüşçüleri olarak görülüyor. Hatta UFC ağır siklet şampiyonu olan dövüşçüye "gezegenin en fena adamı" ("baddest man on the planet") adı veriliyor. 

Adından da anlaşılacağı üzere MMA, yani karma dövüş sanatları, sadece bir stilde dövüşen tek yönlü dövüşçülerden ziyade, birkaç dövüş stilini birden uygulayabilen dövüşçülerin başarılı olabildiği bir spor dalı. Genel olarak bakıldığında ortalama bir MMA dövüşçüsü, güreş, Brasilian Jiu-Jitsu (BJJ), boks/kickboks, Muay Thai gibi stillerin herhangi birinde uzun yıllar eğitim almıştır ve bu stilde belirli bir altyapı edindikten sonra diğer stillerin eğitimini almaya başlar. Altyapısına sahip olduğu stilin yanına diğer stilleri de eklemeyi ve dövüş silahlarını çoğaltmayı başaran dövüşçüler "well-rounded" (çok yönlü) olarak nitelendiriliyorlar. Teoride başka stillerin eğitimini almaya devam etseler de, pratikte kafesteki bütün başarı şanslarını altyapısına sahip oldukları stile bağlayan dövüşçüler ise tek yönlü dövüşçüler olarak görülüyorlar.  

Genel anlamda bakıldığında, altyapısına sahip oldukları stillere göre dövüşçüler "Striker"lar ve "Grappler"lar olmak üzere ikiye ayrılıyor. 

"Striker" olarak adlandırılan dövüşçüler, "darbeci" olarak adlandırabileceğimiz dövüşçü tipidir. Bu tip dövüşçüler Muay Thai, boks, kickboks, karate veya tekvando stillerinden birinde veya birden fazlasında uzmanlaşmış olup, uzun yıllar amatör boks yapan, K-1 gibi üst düzey "striking" turnuvalarında veya Muay Thai organizasyonlarında dövüşen, kariyerlerinin belli bir aşamasında UFC veya Strikeforce gibi bir MMA organizasyonuna geçen dövüşçülerdir. Striker'lar doğal olarak yer dövüşü konusunda çekingendirler.

"Grappler" olarak adlandırılan dövüşçüler ise, daha ziyade güreş, BJJ, "submission grappling" (sanırım Türkçesi yok bu kavramın) gibi yer dövüşü altyapısına sahip ve ayakta dövüşmeyi tercih etmeyen, rakibini takedown'lar (devirme) veya çelmeler ile yere çekmeye çalışan dövüşçülerdir. Üst düzey Grappler'lar dışındakilere bakıldığında, yıllar yılı yerde çalışmaya alışmış bünyelerin ayakta biraz beceriksiz durduğunu, zira "stance" denen (orthodox veya southpaw olmak üzere, Türkçeleştirmeye çalışırsak, sol veya sağ ayağın önde olduğu iki temel duruş şekli vardır) dövüş duruşunu bir türlü doğru uygulayamamalarından ötürü KO/TKO olmaya eğilimli olduklarını söylemek lazım. 

MMA dünyasında yıllardır süregelen ve bitmek tükenmek bilmeyen polemik, Striker vs. Grappler dövüşlerinde Grappler'ların neden büyük ölçüde üstün geldiğine ilişkindir. Bu konuda internette yüzlerce sitede binlerce tartışma konusu bulabilirsiniz. Nihai bir sonuca varılamayan ve herkesin bakış açısına veya seyir zevklerine göre değişebilen bir tartışma konusudur, ki ben de burada tamamen kendi görüşümü aktaracağım.

Öncelikle birbirinden tamamen farklı iki dövüş şeklinin kapışmasında baştan avantajlı olan bir taraf yok. Ayakta dövüşmeyi tercih eden bir Striker tek bir yumrukla ışıkları söndürebilir. Yer dövüşçüsü ise bir devirme ile Striker'ı yere indirip herhangi bir boğma veya kilit tekniği ile dövüşü kazanabilir. Bunlar anlık olaylardır ve aslında biraz da dövüşçülerin gameplan'lerine bakan bir durumdur. Açık dövüşen bir Grappler karşısında  Striker'ın işi kolaylaşır, aynı şekilde agresif dövüşmeyen kontra odaklı bir Striker'ın ortalama bir Grappler karşısında şansı normalden daha azdır. Yine de dövüşçülerin gücüne, fiziğine veya kondüsyonuna bağlı olmaksızın, bir MMA dövüşünde her an herşeyin olabileceğini kabul etmek lazım.

Burada koca bir "AMA" var ve bu "AMA", UFC'nin kurulduğu yıllardan beri neden "grappling" altyapısına sahip dövüşçülerin, özellikle güreşçilerin UFC'yi domine ettiklerini açıklıyor.  

UFC'de ve aslında genel olarak MMA dünyasında lise ve üniversite yıllarında amatör güreş yapmış, NCAA Division'larında (üniversitelerin güreş eğitimi seviyelerine göre 6 farklı division var: Div. I, II, III, NJCAA, NAIA, NCCAA) güreşip Amerika şampiyonalarında All-American (Amerika ulusal üniversitelerarası güreş şampiyonalarında ilk 8 güreşçi arasına kalmayı başarabilenler) olmayı başarmış güreşçilerin fazlalığı dikkat çekiyor. UFC'nin ilk yıllarında güreş stilinde resmen ihtisas yapmış dövüşçüler mevcuttu. Mesela şimdinin Hall of Famer'ları Randy "Natural" Couture (All-American Greko-Romen güreşçi, yedek olimpik güreşçi), Mark Coleman (All-American serbest güreşçi, 1991 dünya güreş  şampiyonası 2.si ve 1992 Barselona olimpiyatları 7.si) ve Dan Severn'in (güreşçilerin ağababası) UFC'nin ilk yıllarını domine eden ve en korkulan dövüşçüleri olduklarını rahatça söyleyebiliriz. Özellikle Mark Coleman hala Ground and Pound'un büyükbabası olarak adlandırılır. Randy Couture'ün de muhteşem güreş yeteneklerinin yanında GnP'si meşhurdu. Bunların dışında eski şampiyonlardan Kevin Randleman, Tito Ortiz, Pat Miletich, Matt Hughes (ki 2000'li yılların başında Tito Ortiz ile birlikte kendi sikletlerinin en dominant şampiyonlarıydı) ve Rashad Evans da lise yıllarından beri güreş yapan adamlardır. Bahsettiğimiz adamlar en baba striker'ların bile karşılarında dizlerinin titrediği dövüşçülerdi.

Güncel şampiyon ve contender'lardan örnek vermek gerekirse, şimdiki ağır siklet şampiyonu, dünyanın en fena adamı Cain Velasquez, üniversite yıllarında iki sene üst üste All-American olmuş bir güreşçidir. Jon Jones (hafif ağır siklet şampiyonu, Greko-Romen güreşçi), Chael Sonnen (Greko-Romen güreşçi, Amerika dışında uluslararası üniversitelerarası güreş şampiyonlarına katılmış ve madalyalar kazanmıştır), Brock Lesnar (eski ağır siklet şampiyonu), Ryan Bader, Jon Fitch, Josh Koscheck gibi isimleri de ekleyebiliriz. Bunların dışında efsane kemer maçlarının tarafları hafif siklet şampiyonu Frankie Edgar ve Gray Maynard da lise ve üniversite yıllarında güreş yapmış dövüşçülerdir, ki Gray Maynard lise yıllarında efsaneleşmiş ve üniversite yıllarında olimpiyat seçmelerine katılmış bir güreşçidir.

All-American güreşçilerin, mükemmel olan güreş yeteneklerine bir de ayak dövüşünü eklediklerinde tam anlamıyla yenilmez olmaları gibi bir durumları var. Örneğin Cain Velasquez'in geçmişini bilmeyenler, onun grappler'dan ziyade striker olduğunu düşünebilirler, zira adamın yumrukları balyoz gibi, kendisi gibi bir All-American güreşçi olan Brock Lesnar'ı ayakta dövüşmeyi daha iyi bildiği için resmen paramparça etmesi de bundandır. Ayrıca güreşçilerde görülen hantallık ve kondüsyon eksikliğini bu adamda zerre kadar hissetmezsiniz. Bu yüzden Cain, UFC'nin en iyi çok yönlü adamlarından biri olarak görülüyor. Aynı şekilde Jon Jones muhteşem çelme, devirme ve submission'ları kadar, sıradışı striking'i ve GnP'si ile de anılmaya devam ediyor. 

Georges St-Pierre ise ayrı bir konu. Aslen bir kyokushin karateci (efsane Bas Rutten da kyokushin karate yapmıştır) olan ve seveni kadar (ben) sevmeyeni de olan bu muhteşem şampiyon aslen güreş altyapısına sahip olmasa da uzun yıllar Rus olimpik güreşçilerle çalışarak belki de UFC'nin en iyi güreşçisi haline geldi. Hatta bir ara Kanada Güreş Milli Takımı ile olimpiyatlara katılacağı söylentisi çıktı, ancak bunun için MMA kariyerini dondurmak istemediği için gerçekleşmedi. Jon Fitch ve Josh Koscheck gibi üniversite yıllarında All-American olmuş kariyerli güreşçileri kolayca yenmiş olması, onun güreş yeteneğini açık olarak ortaya koyuyor. Tabii ki en çok ve efektif kullandığı stil olan güreşin yanında kyokushin karate altyapısı ve sürekli BJJ, kickboks, boks ve Muay Thai çalışması, atletik özellikleriyle birleşince ortaya UFC'nin en komple ve çok yönlü dövüşçüsünü çıkarıyor. "Pound for Pound" sıralamasında ikinci gösterilmesi ve Matt Hughes'u da geçerek welterweight'in gelmiş geçmiş en dominant şampiyonu olmasının kaynağı da güreş yeteneğinin yanı sıra çok yönlülüğüdür. 

Güreşçilerin dışında bir de BJJ'ciler var elbette. UFC'deki BJJ'ciler deyince akla gelen ilk isim Royce Gracie'dir. Onu anlatmak için ayrıca konu açmak lazım, ama kısaca bahsetmek gerekirse kuralların olmadığı turnuvalarda saatlerce süren dövüşlerde kendisinden 30 kilo daha ağır adamlardan tonla dayak yemesine rağmen bir yolunu bularak rakiplerini "submit" etmeyi başaran bir BJJ büyücüsü olduğunu söyleyelim. UFC'nin siklet ayrımı olmayan ilk yıllarının şampiyonudur. Siyah kuşak BJJ üstadı olan Anderson Silva ise aslen tekvandocudur. Adamın hem tekvando, hem judo, hem de BJJ siyah kuşağı olması, bunların üstüne Muay Thai üstadı olması, kickboks ve boksta da mükemmele yakın olması, diğer bir deyişle fazlasıyla çok yönlü olması, onu güreş bilmemesine rağmen yenilmez bir adam yapmaya yetmiştir. Ama BJJ bilmiyor olsaydı, çok büyük bir ihtimal Chael Sonnen'a yenilmiş ve şampiyonluğu kaybetmiş olacaktı. Bu örnek bile yer dövüşü bilmenin UFC'de şampiyon olabilmek ve şampiyon kalabilmek için ne kadar hayati olduğunu gösteriyor. Jose Aldo da siyah kuşak BJJ'cu olmasının yanında mükemmel stand-up tekniği ile biliniyor. Bu iki siyah kuşak BJJ dövüşçüsünün 5 sene ve toplam 27 maçtır yenilmediklerini ekleyelim.

Striker'larda durum biraz daha değişik. Doğrusunu söylemek gerekirse Striker'ların MMA'e adaptasyonu Grappler'lara göre daha zor. Bunun sebebi de grappling öğrenmenin zorluğu. Striking tabanlı stillerde belli başlı hareketler vardır. Mesela boksta direk (jab), kroşe (hook), aparkat (uppercut); Muay Thai'de dirsek (elbow), diz (uçanı da var), tekme (yüksek, alçak, vücuda tekme), bunların bir de döner versiyonları (spinning back kick/fist/elbow) gibi. Bir Grappler için bu teknikleri öğrenmek, bir Striker'ın grappling, özellikle  güreş, BJJ veya submission tekniklerini öğrenmesinden daha güçtür. Çünkü biri sadece sıkı çalışma ve belki de biraz yetenek gerektirirken, diğeri "uzun yıllar süren" sıkı çalışma ve ulusal ve uluslararası turnuva tecrübesi gerektiriyor. Aslen güreşçi olup ayakta ve yerde striking'ini geliştiren ve şampiyon olan ya da kemer maçı hakkı kazanan dövüşçüler etrafta kol gezerken, aslen Striker olup, sadece bu stile dayanarak dövüşmeye çalışan dövüşçülerin şampiyon olamamaları veya olsalar dahi şampiyon kalamamaları bunu açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla ortaya kabaca şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Orta halli boks/kickboks/Muay Thai yapabilen bir Grappler/güreşçi, tek yönlü bir Striker/boksör karşısında daha avantajlı konuma gelmektedir. Bunun sebebi Striker'ların güreşçilerin TD denemelerine iyi savunma ile karşılık verememeleri, yere devrildiklerinde ayağa kalkacak hamleleri yapamamaları ve yerde savunma yapmayı bilmediklerinden kolayca "submit" edilebilmeleridir. İyi TD savunması yapan ve yerde etkili dövüşebilen Striker'ların ise şansları dramatik olarak artmaktadır. Bunlara örnek olarak tabii ki Anderson Silva, Lyoto Machida, Jose Aldo, Junior Dos Santos ve ağır siklete yeni katılan Alistair Overeem'i verebiliriz. Bu sebepledir ki, Striker'ların işi gücü bırakıp sabahtan akşama kadar TD ve "submission" savunması çalışmaları şart olmuştur.

Sonuç olarak ortalama bir Striker vs. Grappler dövüşünde Grappler'ın her zaman bir adım önde olduğunu söylemek lazım. Ama bu Striker'ın hiç şansı yok anlamına gelmiyor elbette. JDS'nin Cain karşısında şansı bana göre %49. JDS'nin kahverengi kuşak BJJ dövüçüsü olması sebebiyle yer dövüşünün de güçlü olduğunu söyleyenler var, ancak bu henüz test edilmedi, dolayısıyla eğer Cain'in TD denemelerine karşı etkili savunma yapabilir ve yerden mümkün olduğunda uzak durup dövüşü ayakta götürmeyi zorlayabilirse, aşmış boksu sayesinde şansı artacaktır. Cain'in de boksu üst düzey olduğundan kesin bir kanıya varmak zor. Overeem'i ise Lesnar karşısında kesin favori görüyorum, çünkü Overeem'in TD savunması ve submission grappling'i standartların üstünde ve Joe Rogan'a göre MMA'in en iyi striking'ine sahip adam. Lesnar ise deneyimli bir güreşçi olmasına rağmen striking'i hala olması gerektiği gibi değil. Bu yüzden Overeem ağır basıyor. Ve bu iki adam, JDS ve Overeem, Striker vs. Grappler polemiğine yeni bir boyut getirecekler gibi gözüküyor.


"Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir."


İzindeyiz!

4 Kasım 2011

Bus Ride Chart

Ataköy - Taksim arası otobüs yolculuğunu çekilir kılan bazı şarkılar...

Ready to Start by Arcade Fire (Suburbs)
Laredo by Band of Horses (Infinite Arms)
Chewing Gum Weekend by The Charlatans (Between 10th and 11th)
Summer Skin by Death Cab For Cutie (Plans)
Little Lion Man by Mumford and Sons (Sigh No More)
Red by Elbow (Asleep in the Back)
Talk Shows on Mute by Incubus (A Crow Left of the Murder)
No I in Threesome by Interpol (Our Love to Admire)
Some Kind of Nothingness by Manic Street Preachers (Postcard from a Young Man)
Fall on Me by R.E.M. (Lifes Rich Pageant)




Felipe Melo Vicente de Carvalho

Nam-ı diğer "Pitbull". Adamın özeti bu klipte. 00:40'a dikkat!


Güncel gelişmeler

Pek güncel değil aslında. Son yazdığımdan beri bayağı değişiklik oldu, bazen ayak uydurmakta zorlandık. 

Galatasaray'da yönetim değişikliği biraz sancılı oldu. Öncesinde yaşananlar kadar, seçim sonrasında yaşananlar da uzun süre gündemde kalmaya devam etti. Aradan aylar geçip de yaşananların hissettirdikleri soğuyunca ortaya çıkan tablonun yüreğimize su serptiğini görüyoruz. Yüzeyden bakıldığında işler şimdilik yolunda gözüküyor, ki bu bile geçen seneden farklı olarak büyük bir değişiklik.


Teknik direktörlüğe Fatih Terim'in getirilmesi beni ve benim gibi birçok Gaatasaraylı'yı önceleri endişelendirse de, başında güçlü bir başkan bulunan yönetimin de desteği ile yapılan transferlerin ve sonuç olarak yakalanan havanın oldukça olumlu olduğu da açık. Normal ligin (bir de play-off çıktı başımıza) ilk dokuz haftası sonunda takım ligde ikinci sırada ve liderle arada 4 puanlık bir fark var. Gösteriyor ki sezon sonuna kadar bu yarışın içinde olacağız. Selçuk, Ujfalusi, Melo  ve Elmander transferlerinin takıma pozitif enerji ve kalite kattığını görüyoruz, Engin, Riera ve Eboue'nin de haftalar ilerledikçe daha da iyi olacaklarının sinyallerini alıyoruz. Ancak iyi maçlar çıkarsa da Muslera'nın beklentileri henüz karşılayamadığını ve çok sayıda hatalı gol yediğini söylemek lazım. Hatalı yenilen gollerin takımın direncini kırması sebebiyle özellikle İBB ve hakem hatalarının da etkisiyle Gaziantep maçlarını kaybettiğimizi hatırlayalım. Yine de mevcut durum itibariyle umutsuzluğa kapılmak için bir sebep yok. 



Beni en çok sevindiren ise basketboldaki Hakan Üstünberk ve Oktay Mahmuti önderliğindeki inanılmaz atılımımızın devam ettiğini görmek. Bu sene takıma katılan Lakovic, Songaila, Ender, Gordon ve Zaza ile geçen sezon kadromuzda bulunan Shumpert, Andric, Shipp ve tutku ile gerçekten kaliteli ve derin bir kadro kurduk. Sezon başında katıldığımız Eurolig elemelerini geçerek Eurolig'e katılmaya hak kazanmak belki de Galatasaray'ın bu sezon yaşadığı en büyük başarı olacak. İlk üç maç sonunda 1-2 durumdayız, ancak tecrübe kazandıkça ve maç temposu kazandıkça ilk 3'ü zorlayabileceğimizi düşünüyorum. Siena ve Barcelona'nın 1 ve 2. sırada olacaklarını garanti kabul edersek, ikinci maçta sahamızda kaybettiğimiz Unics Kazan ve henüz karşılaşmadığımız ancak sezon öncesi hazırlık maçında devirmeyi başardığımız Union Olimpija takımlarından daha iyiyiz ve maçlar sonunda sıralamada üstlerinde yer almamak için hiçbir eksiğimiz yok. Ama öncelikle Unics'i deplasmanda en az 5 sayı ile yenmemiz gerekiyor.


Tekerlekli sandalya basketbol takımımız üçüncü kez dünya şampiyonu olurken şaşırtmadı. Bayan basketbol takımımız da yeni takviyeleri Taurasi, Torrens ve Fowles ile oldukça başarılı bir sezon geçiriyor. Eurolig'de 4'te 4 yaptık ve Taurasi'nin 1. ve 4. haftalarda haftanın oyuncusu seçildiğini ekleyelim. 

Dediğimiz gibi, işler dışarıdan bakınca gayet yolunda ve sportif anlamda geçen senelerden daha başarılı bir grafiğimiz var ve sezon sonuna kadar böyle gideceğini tahmin ediyorum.

26 Ocak 2011

UFC 127 Polat vs. Helvacı


Değişim, istikrarı bozmadığı zaman iyidir. Ortada bir istikrar olmadığı için, ki şu 4-5 senede istikrar kurulamamıştır, değişim artık gereklidir. Üstelik bu işi hakkını vererek yapabilecek bir sürü insan varken, değişim kaçınılmazdır.

13 Ocak 2011

Sami Yen'deki son Galatasaray

Bu kadar anlamlı bir gecede az daha bir çuval incir berbat oluyordu. Herkes fark beklerken, 72. dakikaya kadar 1-0 geride götürdü oyunu Galatasaray. Ya Servet'in röveşatası gol olmasaydı? Ya Insua o ortayı yapamasaydı? Ya Culio o pası Kazım'ın ayağına atamasaydı? Bunları düşünmek istemiyoruz. Bunları düşünmemek için zayıf rakibe karşı böyle önemli bir gecede dahi sahada tel tel dökülen, attığı bir pas yerine gitmeyen Barış'ın, her an takımı yalnız bırakabilecek Gökhan Zan'ın, artık hiçbirşey olamayacağı belli olan Aydın'ın, yediği inanılmaz hatalı gollerle bu takımın direncini kıran Aykut'u bu takımda yeri olmamalı. Önümüzü görebilmek için önümüzü tıkayanları kenara itmek zorundayız.

Genel olarak Ali Sami Yen'deki son Galatasaray'ı beğendiğimi söyleyemem. Hala orta sahadaki pas trafiğinde sorun var ve Pino'dan tek santrafor olmayacağı ortada. Oyunu kontrol altına aldı almasına ama, pozisyon bulamamasından dolayı heyecan vermedi Galatasaray. Bunun yanında Beypazarı'nın top oynama gibi bir düşüncesi yoktu. İlk golü bulduktan sonra çok kapandılar ve sert oynadılar. Öyle ki maç sonunda faul sayıları 31'di. Aslında biraz daha kollektif oynayabileseler ikinci golü de bulabilirlerdi. Buna karşılık Galatasaray özellikle ilk yarıdaki Culio ve ikinci yarının başındaki Kazım değişiklikleriyle biraz toparlandı. 70. dakikaya da mağlup girince Servet'i de ileri çıkardı Hagi ve bir duran top organizasyonunda Servet'in röveşatasıyla golü buldu. Zaten önemli olan sadece bir goldü. Arkası da geldi. 72 dakika ölüp ölüp dirilen, beklenmedik bir şekilde strese giren Ali Sami Yen aşıkları, son 20 dakikada belki de uzun zamandır sevinmedikleri kadar sevindiler yuvalarında.

Birkaç parantez açalım. Birincisi Culio olsun. Birkaç şampiyonlar ligi maçını seyretmişliğim var. Göze batmayan ama efektif oynayan bir oyuncu. Modern bir orta saha futbolcusunun yapması gerekenleri yapıyor. Pres ve pas. Pas derken yana veya geriye değil, dikine efektif pas. Duran topları da iyi kullandığını söyleyebiliriz. İki maçlık performansı ile Galatasaray'ın aradığı orta saha oyuncusu olduğunun işaretlerini verdi. Asıl sorun bundan sonra da yedek mi başlayacak? Sivas maçında ilk 11'de görmek istediğim bir oyuncu.

İkinci parantezi Kazım'a açmalıyım. Transfer edildiğinde en çok karşı çıkanlardandım ve haklı sebeplerim vardı! Hala da söylediklerimin arkasındayım. Kazım Galatasaray'a bu şekilde gelmemeliydi. Takımından kovulur kovulmaz, Misimovic'e reva görülenler ortadayken, önceki vukuatları hala sıcakken gelmemeliydi. Ama yönetim bir risk aldı. Sportif yönden bakıldığında Kazım gideceği her takımda rahatlıkla oynayabilecek, tekniği muhteşem olan bir adam. Kafasını futbola verdiğinde gerçekten çok ama çok faydalı olur. Ama Kinder Surprise gibi, içinden ne çıkacağı belli değil.

Son parantezi yönetime açalım. Yapılan iki transfer var ve takım hala bocalıyor. En az 3 transfer şart. Kaleci, orta saha, santrafor. Ama kadro derinliği açısından en azından bir forvet ve bir de defans oyuncusu daha alınması lazım. Bir Galatasaray klasiğini daha yaşıyoruz: yetişmeyen transferler. Şu anki tablodan transferlerin açılışa da yetişmeyeceği gözüküyor. Sevgili yönetim, 31 Ocak'ta yapılan transferler ne bana yarar ne sana.

Ali Kırca'nın şiirinde gözleri dolmayan var mı?

6 Ocak 2011

Fırtınalı zamanlar

Eskisi kadar sevmediğin bir kadını bırakır gibi  bırakamazsın takımını. Onu terkedemez, yalnız bırakamazsın. Onun varlığı ve benliği içine işlemiştir bir kere.

Ama gerçek şu ki, duyulan sevgi ve bağlılık artabiliyor, azalabiliyor. Bu da günümüzde birçok kişi için spotif başarı ile paralel gidiyor ne yazık ki. Yürekten Galatasaraylı için asıl acı olanı kulübün değerlerinin sömürüldüğünü görmek, tarihinin değiştirildiğini görmektir. Çünkü biz bu takımı sevmekle ve desteklemekle yükümlüyüz, ama bu yolda önümüze çıkan birçok engeli de aşmak zorundayız. Rijkaard'ın kovulması ve en son yapılan Kazım transferinden sonra uğradığım hayalkırıklığını yapılacak bir transfer, atılacak goller, kazanılacak maçlar dahi onaramayacak. Ne zaman bu yönetim değişecek, bu sistem değişecek, gün gelecek ve devran dönecek, o zaman eskisi gibi olabileceğim. Bu süre içinde içimde hep bir burukluk kalacak, stada giderken belki de ayaklarım geri gidecek, televizyon karşısında belki de başka bir maça bakacağım bazen. Bunu engelleyemeyişimin sebebi de kulübe duyduğum sevgidir, bağlılıktır. Yoksa, günlük heyecanlarla bağlı olsam, "ne var ki" deyip geçer, Kazım'ı çok rahat kabullenebilir, arada bir mağlup olunca yönetim istifa diye bağırır, giderdim. Ama olmuyor, yapamıyorum. Bu bir çeşit ruh hastalığı olsa gerek, seni bu kadar üzen ve hayalkırıklığına uğratan birşeyi, bu kadar içten sevebilmek.

Ruhunu kaybeden, asla eskisi gibi olamaz. Ruhumuzu ve sevgimizi kaybetmememiz dileğiyle.

Gündemdeki Arjantinliler

Lucas Biglia

Her sezon bu adam bir şekilde gündeme gelir, gündemde kalır, gündemden çıkar. Neden böyle, bilmiyorum. Adnan Sezgin kaynaklı herhalde. Gören de adam dünya yıldızı ve 3 senedir peşinden koşuyoruz, kulübünü ve kendisini bir türlü ikna edemiyoruz zannedecek. Bir nevi hedef saptırma hareketi. Yoksa gerçekten Biglia ile ilgilenmiş olabileceğimizi düşünmüyorum.

Juan Culio

08/09'da ŞL maçlarını takip edenler bu adamın Roma'ya attığı iki golü hatırlar. Bu sene de Bayern'e bir golü var. Açıkçası takip etmediğimiz bir ligde oynuyor, ama ŞL maçlarından bildiğim kadarıyla göze batan, takımını sırtlayan türden bir adam değil, standart bir takım oyuncusu. Golcülüğünden çok asist sayılarıyla dikkat çekiyor. Faydalı olabilir. Ama ekonomik açıdan bakıldığında az maliyetli oluşuyla tam bir Adnan Sezgin transferi olduğunu söylemek lazım.
(15:01 - Update: Culio Galatasaray'da) 

Mauro Formica

Diğerlerine oranla genç ve daha hücumcu olması elbette bir avantaj. Stilini Kaka'ya benzetenler de var, ama daha çok Napoli'li Ezequiel Lavezzi'ye benzediğini söylüyorlar. Formica da tıpkı Lavezzi gibi klasik bir golcü değil, ama gol pozisyonuna girme veya pozisyon hazırlamada gayet başarılı. Arjantin liglerini 4-5 senedir takip ediyorum, birçok oyuncunun keşfedilip Avrupa'ya transfer olduğunu gördüm, beğendiğim birkaç tane adam hala Arjantin'de oynuyor. Ama Formica radarımın dışında kalmış bir oyuncu, açık söyleyeyim. Benim gördüğüm (ve araştırdığım) kadarıyla Lavezzi kadar hızlı değil, ama mücadeleci ve hırslı oluşu önemli bir artısı. Tekniği de vasatın üzerinde diyebilirim. Kendini geliştirebilirse ilerleyen senelerde transfer yapabilir gibi gözüküyor. Çok da fazla şey beklememek lazım. Bunu Carrusca fiyaskosuyla karşılaştıranlar var. Ama Carrusca ayrı bir dünyaydı yahu!

5 Ocak 2011

Çelişkiler içindeki Galatasaray

Çelişki. Galatasaray'ın içinde bulunduğu durumu en iyi açıklayan kelime bu. Yönetimin davranışları çelişkili. Teknik adamın icraatları çelişkili. Taraftarların bakış açısı çelişkili. Bu kadar çelişkinin olduğu yerde istikrar, başarı, huzur olması mümkün değil.

Önce yönetime bakmak lazım. Hatırlayın, Haldun Üstünel ve Cemal Özgörkey gibi iki değerli adamı Galatasaray geleneklerine tamamen ters bir şekilde istifaya sürükleyen iki sezondur süregelen görüş ayrılığının su yüzüne çıktığı en önemli olaylardan biri de Manisaspor mağlubiyetinden sonra yaşananlardı. Bunun üstüne ikinci başkanın divan kurulunda, şirket birleşmesini ben yaptım, demesi, başkanın buna gösterdiği tepki, zaten zayıf olan yönetim içindeki bağları kopma noktasına getirmiş gözüküyor. Öte yandan bir yönetim kurulu üyesi çıkıp, ben taraftar olsaydım, ben de yönetim istifa diye bağırırdım, diyebiliyor. Başkan ise futbol takımıyla ilgilenmektense, basın mensuplarına, kulüpler birliğine üye başkanlara stadı gezdirmekle uğraşıyor. Halen inşaat halinde olan ve 15 Ocak'taki açılışta taraftarın ne tür bir çile çekeceği ve hangi aksiliklerle karşılaşılacağı belli olmayan TT Arena'nın durumunda da pek bir farklılık yok. Stadyumdan sorumlu yönetim kurulu üyesi Mayıs 2011'de açılır kapanır çatının monte edileceğini söylüyor, başkan ise ertesi gün bunu Mayıs 2012 olarak değiştiriyor. Kısacası yönetimde bir fikir birliği, bir bütünlük kalmadığı açıkça görülüyor. Yönetim kendi içinde çelişiyor, bir tutarlılık ve istikrar sergileyemiyor.

Diğer yandan Misimovic gibi oldukça yüksek maliyetle transfer edilen, Almanya liginde iki sezon önce hiçbir şans verilmeyen Wolfsburg'un şampiyon olmasında önemli rol oynayan ve taraftarlarca senenin en iyi oyuncusu seçilen, Bundesliga'nın son iki sezondaki asist kralı adamı, sakız çiğnedi, idmanda lakayt davrandı, elimi sıkmadı, kulübeye gelmedi diyerek disiplinsiz olduğu gerekçesiyle kadro dışı bırakan Hagi, Türkiye'nin en sansasyonel ve en disiplinsiz futbolcularından birini kadrosunda görmek istiyor. Bu futbolcu Türk futboluna son üç senedir hiçbir şey vermemişken bu adama bel bağlayabiliyor. Hatta kendisiyle görüştüm, bana söz verdi vs. gibi son derece gereksiz ve Galatasaray büyüklüğüne yakışmayan, sanki bu oyuncuya muhtaçmışız havası yaratan açıklamaları da cabası. Buradaki çelişki yukarıdakinden daha önemli aslında, çünkü direkt olarak futbol takımının performansına etki eden bir durum söz konusu. Hal böyleyken Hagi'ye Misimovic konusunda hak veren birçok taraftar, Kazım gibi Fenerbahçe'de birçok nedenle sayısız kere kadro dışı bırakılan, hatta disiplinsizliklerinin tavan yaptığı dönemde takımdan uzaklaştırılarak başka takıma kiralanan bir adamın Fenerbahçe'den kovulur kovulmaz, yangından mal kaçırır gibi takıma katılmasını kabullenebiliyor. Ben de sormadan edemiyorum işte, nerede kaldı her fırsatta övündüğünüz Galatasaray'ın tarihi ve değerleri? 

İşin taraftar kısmına baktığımızda çelişkinin tavan yaptığını görmemek mümkün değil. Misimovic'i beğenirsin, beğenmezsin, o herkesin kendi bileceği iş. Ama kendisine yöneltilen eleştirileri bir hatırlayalım önce. Geriye dönüp baktığımızda, Misimovic'in aslında hiçbir zaman yerinde oynatılmadığını, yanında oynayan adamların Rijkaard tarafından kalitesiz olarak ifşa edilen ve üst üste iki pas yapmaktan aciz adamlar olduğunu, Baros sakatlandıktan sonra yerine ikinci bir adam koyamadığımız için birçok maçta sağ açık oyuncusu olan Pino veya Kewell'ı forvet olarak oynattığımızı görüyoruz. Misimovic'in ne pas alabileceği, ne de pas verebileceği futbolcularla oynatıldığı gerçeğini nasıl gözardı edebiliriz? Misimovic'i Bundesliga'da seyretmeden ve buradaki gerçek performansını görmeden kötü futbolcu olduğuna kanaat getiren futbol düşünürleri, Kazım'ın üç senelik performansı ortadayken katkı yapabileceği kehanetinde bulunabiliyorlarsa, kendilerine hayatlarında başarılar dilemekten başka birşey yok. 

Galatasaray'ı şampiyon kulüpler kupasında o muhteşem başarıyı yaşadığımız 1989 yılından beri izliyorum. Kulübün şimdiki kadar karışık olduğu hiçbir dönem hatırlamıyorum. Bunun sebebi Aziz Yıldırım'ın tesisleşme adına Fenerbahçe futbol takımını başarısızlığa ve istikrarsızlığa mahkum etmesinden adeta örnek alan Adnan Polat'ın, stadyum inşaatı, şirket birleşmesi, Riva arazisinin satılması gibi işlerle meşgul olup futbol takımına yeterli ilgiyi göstermemesinden kaynaklanıyor. Kendisinin de açıkladığı gibi, tüm yetki Hagi'ye verilmiş durumda. Hagi istediği kararları alabiliyor ve kimse buna ses çıkarmıyor. Bugün dünya üzerinde Magath veya 1996 model Fatih Terim gibi belli başlı adamlar dışında bu kadar geniş yetkiye sahip olan bir teknik direktör daha yok. Luis van Gaal'in üstünde bile bir Rummenige, Mourinho'nun üstünde bile bir Valdano var. 

Galatasaray tarihiyle, onu Galatasaray yapan değerleriyle, kültürüyle, gelenekleriyle, Baba Gündüzüyle, Metin Oktayıyla çelişiyor. Ne kadar acı değil mi? Eninde sonunda olan yine taraftara oluyor. Sana, bana, bize oluyor. Yönetimler ve futbolcular gelip geçici elbette. Adnan Polat'ı, Hagi'yi, Serdar Özkan'ı, Kazım'ı beş sene sonra kimse hatırlamayacak. Ama biz hep burdayız ve burada kalacağız.

Nasıl düşündüğün, kimi desteklediğin, kime hak verdiğin önemli değil. 

Asıl üzüntüyü biz yaşıyoruz. Hepimiz.